Advert
as

'Barbarları Beklerken' veya Biten Eğitim-Öğretim Yılı Üzerine

  • ABDULBAKİ DEĞER
  • 2019-06-20 15:16:07
  • 2548 Görüntülenme
  • Kavafis, muhteşem şiiri ‘Barbarları Beklerken’de iç açıcı olmayan bir varoluşun kendisini muhayyel bir düşmana bağlayışını, onun ruh halini çarpıcı şekilde anlatır. Düşmanın varlığı aklın, mantığın ve gerçekliğin izlerine dayandırılmadığı gibi böyle bir arayışa gerek de duyulmamıştır. Zira muhayyel düşmana, varlığımıza dönük oluşturduğu tehdit için dikkat çekilmemekte, mevcut kimliğimize, varlığımıza, varoluş şeklimize dayanak ve meşruiyet sağladığı için ihtiyaç duyulmaktadır. Kimliğimizin, varlığımızın ve varoluş şeklimizin gerçek anlamda ‘kurucu dış’ıdır muhayyel düşman. O yüzden Kavafis şiirini bu ‘kurucu dışı’ın anlam ve önemine ilişkin vurucu sözlerle bitirir:

    Ve sınır boyundan dönen habercilere göre,

    Barbarlar diye kimseler yokmuş artık.

    Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?

    Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.

    Evet, ‘bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.’ Veya onlar sorumsuz yaşamımıza mazeret miydi desek? Kavafis’in şiirini tahlil etmek niyetinde değilim. Şiir bana bitirdiğimiz 2018-2019 eğitim-öğretim yılı vesilesiyle eğitimle kurduğumuz ilişkiyi çağrıştırdı. ‘Barbarları Beklerken’, nasıl muhayyel düşmanın varlığı üzerinden içerdeki statükonun devamı, nasıl akıl, mantık ve gerçekliğe bakılmaksızın nahoş yaşamımıza gerekçe üretiminin ‘korku’ üzerinden sağlandığını anlatıyorsa eğitim faslında da bizler aynı ‘tarz’ı işleterek muhayyel bir çözümü, akıl, mantık ve gerçekliği dikkate almayan kurtuluş reçetelerini dayanaksız, boş çıkmaya mahkûm ‘umut’ üzerinden temellendiriyoruz. Mevcut başarısızlığımızı ikrar edip bu başarısızlığımıza fi tarihinde neden olarak iliştirilmiş klişeleri sıraladığımızda çözüm olarak dile getirdiğimiz her güzel cümlenin gerçekten çözüm olacağını, olmak zorunda olduğunu umutla bekliyoruz. Ancak zamanın geçmek gibi bir huyu var. Heyecanla sorunlarımıza mekanik tarzda iliştirdiğimiz muhayyel çözümümüzün çözüm olmadığını, tersine şikâyetçisi olduğumuzu düşündüğümüz mevcut durumumuzun en önemli muharrik gücü olduğunu yeniden deneyimlemek zorunda kalıyoruz. Deneyim gerekli ders alınıyorsa tecrübeye dönüşüyor. Yoksa ‘benim oğlum bina okur, döner döner yine okur’da dile geldiği üzere bir kapana, sorun büyüten bir anafora dönüşür.

    Eğitim tarihimiz, talep ve beklentilerimizi karşılamayan bir sorun-çözüm repertuarına mahkûm edildiğimizi gösteriyor. İstikrarlı bir başarısızlıkla, büyüyen bir memnuniyetsizlikle boğuşuyoruz alanda. Hiçbir şey yapmıyoruz şeklinde anlaşılmasın! Aksine, çok şey yapıyoruz. İnanılmaz emek, zaman, para, insan kaynağı harcıyoruz. Tıpkı ‘Barbarları Beklerken’ de inanılmaz bir emek, zaman, para, insan kaynağı harcandığı gibi. Peki, ya geleceklerini düşündüğümüz ve hazırlık yaptığımız ‘Barbarlar’ gerçekte yoksa? Ya çözüm olarak yaptığımız çalışmalar ile varsaydığımız sorun arasında akıl, mantık ve gerçeklik üzerinden bir bağ kuramamışsak?

    Yükseköğretimle birlikte 20 milyonu aşan öğrenci sayımızla çoğu ülkenin nüfusundan fazla insanı barındırıyoruz sistemde. Eğitimcileri ve öğrenci ailelerini de kattığımızda nüfusun nasıl büyüdüğünü söylemeye gerek yok. Milli Eğitim Bakanlığı’na atanan Sayın Ziya Selçuk’un getirdiği iyimser havayla başlayan eğitim-öğretim yılında göze çarpan önemli hususlar 2023 Eğitim Vizyon Belgesi, Yeni Eğitim-Öğretim Çalışma Takvimi Modeli ve Yeni Ortaöğretim Sistemi oldu. Eğitim düzeneğimizin ana aksına sadık kalınarak yapılan bu düzenlemelerin öncülleri gibi büyük çaplı bir değişime neden olamayacaklarını, onlar gibi benzer bir akıbetle sonuçlanacaklarını söylemenin müneccimlik veya müzmin muhaliflikle ilintili olmadığını belirtelim. Tıpkı geçen yıl bir anda yapılan Ortaöğretime Geçiş Sistemi’ndeki değişikliğin yaşadığı akıbet gibi. Biz sıkıntımızı bir türlü ‘doğru çözümü’ bulamamak şeklinde anlıyoruz. Hâlbuki sorunu, sorun tespitini ve çözüm olasılıklarını belirleyen zemini görmezsek, onu tartışmazsak benzer şeyleri yaşamaya devam ederiz.

    Bilgi ile beslenmesi gereken bir nüfusumuz olduğunu ve bunları belirli ‘bilgi dolum’ istasyonlarına alıp yükleme yapacağımızı söylüyoruz. Bu yüklemenin dozajı, saati, aktarılacak karışım ve karışımın oranı gibi hususlar üzerinden sorun-çözüm sistematiğimizi kurmuş durumdayız. Oysa bu ilişki, bu düzenek, bu hiyerarşik konumlandırma vs. gibi çok daha yapısal, çok daha sofistike tartışmalar yapmak durumundayız.

    Zaman zaman tarihin dışında kalmaktan, tarihe girmekten bahsedilir. Daha çok siyaset, uluslararası ilişkiler bağlamında dile gelen bu tespit; hayat ile kurduğumuz ilişkinin mahiyeti nedeniyle her alanda geçerlidir. Eğitim bahsinde de tarihe girmemiz zarureti ile karşı karşıyayız. Biz kimiz, neyiz, neyin varisiyiz, neye talibiz vs. gibi temel soru(n)larımız yanında neredeyiz, hangi dünyadayız, hangi ilişki ağındayız, hangi araçlar dolaşımda, soluduğumuz dünyanın düşünsel-zihinsel iklimi nedir, bu iklimi kimler nasıl dokuyor vs. gibi yüzleşilmesi, hakkı verilmesi gereken çok zor soru(n)larımız var. Tüm bu soru(n)lar üzerinden ‘varoluş’ hamlemizi belirli bir dönemin ve anlayışın ürünü olan bir yapıyı sorgulamaksızın, o yapıyı ısrarla muhafaza edip sonuçları üzerinden yürütülecek teknik-tali-yüzeysel bir tartışmaya-arayışa dayandıramayız. Bu bir tuzaktır, bu bir aldatmacadır, bu tarihten kaçış, tarihe girmemek için bahane üretimidir. Maalesef Türkiye’de de dünyada da yaşanan budur.

    Tekrar edelim, mevcut zorunlu/kitlesel eğitimin bir tarihi var, belirli koşulları ve amaçlılıkları var. Varlık şartlarını büyük oranda yitirmiş bu formu ısrarla sürdürmenin kötü bir alışkanlık, bir türlü kurtulunamayan bir ‘bağımlılık’ dışında makul bir izahı yok. Başarısızlık ve memnuniyetsizlik; öğrenci-öğretmen tembelliği veya veli ilgisizliği kaynaklı olmaktan ziyade mevcut okulun kodifikasyonunda içkindir. Cem Yılmaz’ın reklam filminde belirttiği gibi bazı mekânlar nasıl oynatıyorsa aynı şekilde bazı mekânlar da tembelleştirir/aptallaştırır. İnsanlara ne söylediğiniz, hangi retorikle taltif ettiğiniz değil onları hangi muameleye tabi tuttuğunuz önemlidir. Her insanın biricikliğini veya her öğrencinin özel olduğunu dile getirip onları hiç de biricik ve özel olmayan merkezi, zorunlu ve kitlesel pratiklere mahkûm ediyorsanız olası sonucun ne olacağını beklentileriniz değil gerçekliğin bu sert ve acımasız koşulları belirleyecektir. O yüzden cafcaflı söylemler yerine bu acılı ve sert pratiğe bakmalıyız, o yüzden başarı ve memnuniyet için taktik, yöntem, materyal geliştirmekten önce sahanın, zeminin ne olduğuna odaklanmalıyız.

    Bugün, Bauman’ın ifadesiyle 19. yüzyılın ‘katı modernlik’i yok, pozitivist anlayış yok, vatandaşların ruhunu tek bir kalına dökmek isteyen ‘ulus devlet’ motivasyonu yok, basit beceriler gerektiren fordist düzen yok, bilginin üretim ve dağıtım tekelini elinde bulundurabilecek otorite yok, böyle bir otorite pratiğinin imkanı yok,  matbaaya dayalı yazılı kültürün egemenliği yok! Bambaşka bir dünyadayız ve bambaşka bir dünyada daha önceki bir dünyayı yaşayamayız, yaşamamalıyız. Hem zamanı geçtiği, koşullarını yitirdiği için yaşayamayız hem de çok daha önemlisi ne ilkesel anlamda ne de pratik/pragmatik anlamda yaşanmaya değer bir tarafı olduğu için yaşamalıyız.

    Eğitimi sevmek, eğitime önem vermek ile zorunlu eğitime, kitlesel eğitime, belirli şartlarda oluşmuş bir forma bağlılık göstermek başka şeyler. Belirli şartlarda oluşmuş anakronik bir formu eleştirmenin eğitimi eleştirmekle, eğitime önem vermemekle bir alakasının olmayışı gibi. Yapıla geldiği gibi eğitimi zorunlu/kitlesel eğitim formuyla özdeş tutmaktan, alandaki egemen felsefeyi, paradigmayı ideoloji, politika, değer bağı olmayan hakikatler olarak görmekten vazgeçmeliyiz.

    Bu açıdan zorunlu/kitlesel eğitim başta olmak üzere Tevhid-i Tedrisat, Tekke ve Zaviyelerin İlgası gibi yasal mevzuatı, olmayan ‘öğrenim hakkı’nı, müfredatı, örtük müfredatı, küresel dünyanın eğitim klişelerini tekrar etmeyi eğitim felsefesi sanan yüzeyselliği, yükseköğretim yapılanmasını, istikrar merkezi günbegün kundaklanan kültürü ve aktarım kanallarındaki tıkanıklığı, dönüşen ilişki ağını, başkalaşan çocukluğu, ebeveynliği, eğitim rutininde ‘başarılı-başarısız’ etiketiyle istatistiğe indirgenen öğrencilerimizi, onların boş ders sevinçlerini, hürriyete susayan mahkumların dışarı çıkışlarını andıran teneffüse çıkışlarını, akıl ve zeka eksikliğiyle izah edilemeyecek sistematik başarısızlığı Heidegger’in ‘hesaplayıcı düşünme’nin baskısı altında gittikçe görünmez hale geldiğini söylediği ‘sükûnetle düşünen düşünme’ ile ele almak mecburiyetindeyiz. Evet, ‘Barbarlar diye kimseler yok’ ve bizim ‘sükûnetle düşünen düşünme’ ile meseleye yaklaşma mecburiyetimiz var.