Tarihimizin en büyük
felaketlerinden birisini yaşıyoruz. Kayıplarımız çok, acımız büyük. Çok yüksek
bir maliyetle karşı karşıyayız. Arama, kurtarma ve kalanlar için güvenli bir
yaşam döngüsü oluşturma öncelikli gündemimiz. Şiddeti çok yüksek bir deprem,
etkilediği alan çok büyük. Bu durumun kendi başına getirdiği açmazlar çok
fazla. Baş etme kapasitemizin çok üzerinde bu yönüyle. Yine de bunların
ötesinde deprem öncesi ve deprem anından bu yana yapıp ettiklerimize ilişkin
değerlendirme yapmakta fayda var. Zira deprem, sel vs. gibi yaşadığımız “doğa”
olaylarının maliyetli bir felakete dönüşüp dönüşmemesi sadece bu olayların
şiddetiyle ilintili değil. Aynı zamanda bizim “doğa” ile kurduğumuz ilişkinin
niteliğiyle doğrudan bağlantılı olduğu çok açık. Özellikle günümüz dünyasında
sahip olduğumuz teknik bilgi ve maddi imkânlar, bu tip olaylar neticesinde
yaşadıklarımızı doğal afet olmaktan çıkartıyor, sosyal-politik bir düzleme
yerleştiriyor. Çaresizce maruz kaldığımız bir durumdan kendi yapıp ettiklerimiz
ve yapmadıklarımız neticesinde sorumlusu olduğumuz bir hadiseye çeviriyor.
Doğal bir felaketi (!) politikleştiren şey de bu zaten.
Sosyolog Bruno Latour’un
aktardığı üzere “yer sistemi artık eylemlerimize tepki gösteriyor, öyle ki
artık modernleşme arzularımızı yerleştirebileceğimiz değişmez ve aldırışsız bir
çerçeveniz yok… Tüm eski doğal kaynakların üstüne bir Made in Human yaftası kazınmış
gibi.” Yer sisteminin eylemlerimize tepki vermesi şüphesiz doğayı boyun
eğdirilecek bir düşmana çevirdiğimiz günden bu yana derinleşen çevre, iklim
krizleriyle iyice ayyuka çıkmış durumda. Diğer taraftan yer sisteminin
eylemlerimize tepki vermesinin dışında kendine has bir işleyişinin olduğu ve bu
işleyişi göz ardı ederek gerçekleştirdiğimiz her eylemimizin bumerang gibi bizi
vuracağını ve tam da yukarıda alıntıladığım üzere bizi vurmasının müsebbibinin
de kendimiz olacağını görmek durumundayız.
O halde tekrarlamakta
yarar var. Depremin şiddeti çok yüksek, gerçekleştiği ve etkilediği alan çok
geniş. 13 milyonun üzerinde insanın yaşam sürdüğü bir alandan bahsediyoruz.
Üstelik mevsim kış, deprem gece oluyor ve ardından şiddeti yüksek artçı ve
bağımsız depremler var. Bunlar hem ortaya çıkan bilançoyu ağırlaştırıyor hem de
baş etme kapasitemizi aşıyor. Ancak tam bu noktada toplumsal formasyonumuzun
meseleyi gecikmiş “aydınlanma geçirme” tepkilerinde boğdurmasına fırsat
vermeden birkaç hususun altını çizmekte fayda var. Birincisi, depremin şiddeti
ve etkilediği alan ne olursa olsun, deprem öncesine ilişkin koruyucu, önleyici
tedbirlerimizin sahip olduğumuz bilgi ve imkânlarla kıyas kabul etmeyecek
şekilde düşük olması. Tabiri caizse bildiğiyle amel etmeyen bir yapı, bir
toplum, bir devlet var karşımızda. Egemen zihniyet, sosyal-kültürel genetik bir
tür kolektif oto-kandırmacayı besleyip büyütüyor. Şüphesiz burada ciddiye
alınması gereken bir pedagojik açık var: Sahip olduğumuz bilgi içeriğine uygun
bir eylem doğurmuyor.
İkincisi, açık konuşmak
gerekirse, ciddi anlamda kamusal ve kurumsal bir ahlaktan yoksunuz ve görünen o
ki bunun temel sebebi de devlet-toplum ilişkimiz ve algımız. Kamusal-kurumsal
bir ahlak geliştiremiyoruz çünkü “en büyük ayrıcalığımızın ötekinin eşiti
olmak” şeklindeki bir sorumluluk bilincinden yoksunuz, asgari müşterekleri
olan, birbirine angaje bir toplum olma halinden yoksunuz ve şüphesiz bağlantılı
şekilde devlet her birimiz için önemli, anlamlı ve eşit mesafede olan bir yapı
olmaktan çok ötekine karşı kullanabileceğimiz, dayanışabileceğimiz bir imtiyaz
aracı, odağı.
Üçüncüsü, bağlantılı
şekilde bu hususlar kamusal-kurumsal yapıların ve işleyişin anlamlı bir
niteliğe bürünmesini, bu yönde bir sivil duyarlılığın gelişmesini-güçlenmesini
engelliyor, anlamsızlaştırıyor. Kurumlar ele geçirilecek yerlere, kamusal
mücadele de hukuki, ahlaki sınırları belirsiz bir reel politiğe dönüşüyor. Bu
geniş ve kabulü mümkün olmayan bir kalıcı terbiye doğuruyor. Bunun üzerinde bir
örtmece, kamuflaj şeklinde kullandığımız ve her şeyin “mış gibi” olmasına yol
açan “sivil-resmi anlatı” alanı var ve ne yazık ki burası göstermelik bir alan.
Göstermelik alan işin kitaba uydurulduğu, herkesin her şeyi bildiği ancak
yürürlükteki “sessiz antlaşma” gereği ses çıkarmadığı alan. Sessiz antlaşma,
kralın çıplak olduğunu bildiğimiz ancak öyle değilmiş gibi davrandığımız süre
boyunca yürürlükte olan bir antlaşma. Antlaşmaya hayat veren ise çıkarlarımız,
korkularımız, zihniyetimiz, kültürümüz vs. Gerçekte hepimiz ne olduğunu
biliyoruz, işlerin nasıl döndüğünü, nasıl dönebileceğini biliyoruz. O yüzden
ortalık, işi bilen ama işe gitmeyen insanlardan geçilmiyor. O yüzden iş bilmek;
işi yapmak yerine işin nasıl yapılmayacağı ve işten nasıl kayırılacağı anlamına
geliyor. Bildiğimiz işin gereğini yapmak işe gitmemeyi bilmekten daha önemsiz
hale gelebiliyor. Sahip olduğumuz teknik bilgi ve imkânları niye
kullanmadığımızı, niye işlevsel bir denetleme, kamusal bir sorgulama ve
eleştiri getiremediğimizi buradan hareketle anlamlandırmak mümkün.
Bu hususlar temel hususlar
ve dikkat edilirse daha çok deprem öncesine, bizim önleyici, koruyucu
kapasitemizi belirleyen duruma ilişkin. Bu alandaki sorumluluklarımız yerine
getirilmediği sürece deprem anı ve sonrasına ilişkin çabalarımızın tali olacağı
açıktır. Çünkü geniş, rahat ve krizlerin olmadığı zamanlardaki lakaytlığımız
kaderimizi belirliyor. Kriz sonrası ne kadar becerikli olursanız olun, ne kadar
cevval olursanız olun çalışmalarınızın sınırlı olması kaçınılmazdır.
Dolayısıyla deprem gibi doğal(!) afetlerle mücadele öncesi ve sonrasıyla bir
bütün. Tıpkı depremle mücadelenin mimariyle, eğitimle, ekonomiyle, hukukla,
şehircilikle kısaca hayatımızın tüm organizasyonuyla ve onun niteliğiyle bir
bütün olması gibi. O halde rasyonellik, planlama, organizasyon, denetime
açıklık, hesap verebilirlik (mali sorumluluğu da kapsayıcı şekilde) vs. gibi
günümüz kamu yönetiminin temel ilkelerini göz ardı ederek varacağımız her
durumda bu tarz sessiz antlaşmanın iflas ettiği ve kıyılarımızı vurduğu maliyetli
anlarla karşı karşıya kalacağız.
Kentleşmenin arttığı,
nüfusun yoğunlaştığı yerlerde bilançonun da kaçınılmaz şekilde artacağı dikkate
alınırsa Ulrich Beck’in ifadesiyle “sistemik sorunlara biyografik çözümler”
üretemeyiz. Kamu yönetimimizin bu şekilde işlediği bir yerde müteahhitlerin,
vatandaşların gereken adımları kendiliğinden atmasını beklemek genel ekosistemi
gözden kaçırmak, onun işleyişine karatma uygulamaktır. Bireysel olgunluğun ve
ahlaki gelişmişliğin önemi şüphesiz izahtan varestedir. Ancak kamusal ve
kurumsal ahlakın yerleşmediği yerde özellikle günümüz toplumlarında
bireysel/biyografik varoluşların zehirleneceğini görememek akla ziyandır. Hz.
Peygamber “iki günü eşit olan ziyandadır” buyuruyor. Biz ise bir tarihsel
pratiğe, lakayt bir varoluş biçimine esir düşmüşüz gibi, yaşadıklarımızdan ders
çıkarma gereği duymadan ve darbe aldığımız yerden rutin bir şekilde aynı
darbeleri almaya ve bütün bunlar karşısında aynı tepkileri vererek yol almaya
devam ediyoruz maalesef.
Sitemin yapısal dönüşümünü
sağlamak durumundayız. Devleti bir imtiyaz sağlayıcı mekanizma olmaktan
çıkarmalıyız. Devlet herkesin olursa, herkes için olursa kamusal-kurumsal bir
ahlak geliştirmek mümkün olacaktır. Eleştiriye, sorgulamaya, denetlemeye alan
açmalıyız, buna yönelik özellikle sivil irade oluşturmalıyız. Eleştiri,
sorgulama, denetim olmazsa yozlaşma kaçınılmazdır. Bir kez daha görüyoruz ki
problemimiz ne bilgi eksikliği ne araç, gereç, donanım eksikliği. Herkesin
çıkarına uygun işliyor şeklinde değerlendirdiği yürürlükteki bir imtiyaz
sözleşmesi var. Benim sessiz antlaşma dediğim bu sözleşme sorun edilmedikçe
yeni depremler, yeni felaketlerle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Hatta
denilebilir ki yeni depremlerin, yeni felaketlerin olmasına hiç gerek bile yok.
Zaten bu tarz bir varoluşun kendisi en büyük deprem, en büyük felaket.
Bütün bunları şu an can
havliyle yürütülen, toplumun tüm kesimlerinin devletin kurumlarıyla birlikte
seferber olduğu çalışmaları küçümsemek için söylemiyorum. Bunların hepsi çok
önemli, çok kıymetli bugün. Ancak açık ki bunların hepsi yukarıda da
belirtildiği üzere ikincil alandaki tedbirler ve yapıları itibariyle
sınırlılar. Deprem eylem planlarımız, konuşmalarımız, çalışmalarımız vardı
sözüm ona. Bugünden itibaren tekrar bu işlerimiz olacak tıpkı dün olduğu gibi.
Psiko-sosyal çalışmalar yürüteceğiz, bakanlıklarımız resmi yazılar gönderecek
merkezden taşraya, sivil savunma planları hazırlanacak, tatbikatlar yapılacak
vs. Nihayetinde yaptıklarımızın bir noktada göstermelik alanla ilgili olduğunu
hepimiz biliyoruz ve tıpkı Lacan’ın altını çizdiği üzere ister farkında olalım
ister olmayalım hepimiz “büyük öteki” tarafından terbiye ediliyoruz.
Yürürlükteki sessiz antlaşma, imtiyaz sözleşmesi, kurumsal-kamusal ahlaktan
yoksun bırakan işleyiş bir kara delik gibi göstermelik alandaki işlerin altını
oyuyor daha doğrusu her şeyi yutan bir kara delik olduğunun anlaşılmaması için
göstermelik alanı kulisi gölgeleyen bir sahne olarak kullanıyor.
Böyle bir hayat yaşamayı
tercih ediyoruz. Deprem gibi felaketin sahneyi dağıttığı yerde kulisi de içeren
geniş bir yüzleşme imkânını kullanacak mıyız yoksa biyografik kandırmacalar
içinde bu imkânı heba mı edeceğiz? “Kral çıplak!” denilen bu noktada
enerjimizi, bakışımızı gösteren (deprem, etkileri, baş etme çalışmalarımız …)
üzerinde mi tüketeceğiz yoksa gösterileni (depremin sonuçlarını çarpan
etkisiyle büyüten hayatımız, hayatımızın işleyişi, yerleşik ilişki, anlayış
vs…) de dikkate alan dolayısıyla içinde gömülü olduğumuz konfor alanıyla da
hesaplaşacak bir varoluş atılımı gerçekleştirebilecek miyiz? Yer sistemi
yaptıklarımıza tepki veriyor, yer sisteminin kendi işleyişi var. Biz verilen
tepkiyi anlıyor muyuz, işleyişe dikkat kesiliyor muyuz? Yakından bakıldığında
gerçekten de deprem felaketinin üzerindeki etiket görmemek mümkün değil: Made
in Turkey!