Ülkemizde zorunlu olarak kalınan ev (birinci mekân) ve
zorunlu olarak gidilen okul veya iş (ikinci mekân) dışında insanlar,
kendilerini gerçekleştirdikleri, ilgi, istidat ve kabiliyetleri doğrultusunda
yetkinleşecekleri mekânlardan (üçüncü mekân) yoksun oldukları için zorunlu
eğitim tartışması bir noktadan sonra anlamını yitirmektedir. Çünkü zorunlu
eğitimin süresini kısaltmak hayat tanzimini yeniden yapmayı gerektirmektedir.
Başvekil İsmet Paşa ile Moskova’ya gittiğimiz vakit, bir
toplantıda Stalin demişti ki: “Siz de bizim gibi Avrupa ile aranızdaki bir asır
ayrılığı süratle doldurmaya çalışıyorsunuz. Siz de bizim gibi bazen yaptığınız
fabrikayı bile yıkmayı göze almadıkça, bu işin altından kalkamazsınız.” Falih
Rıfkı Atay’ın aktardığı bu anekdotta Stalin önemli bir gerçeğin altını çiziyor.
Hoş, İsmet Paşa ve heyetine tavsiye veren Stalin’in ve Sovyetlerin “bazen
yaptıkları fabrikayı bile yıkmayı göze aldıklarını” gösteren bir emareye
şahitlik ettiğimizi pek söyleyemiyoruz ancak yine de hayati bir hususa değinildiği
gerçeğini değiştirmiyor bu durum. Bazen “yaptığınız fabrikayı yıkmayı göze
almak” gerekliliği, kendinizle ve hayatla dinamik bir ilişkiye, eleştirel bir
mesafe alabilmeye ve yaptıklarınız ile amaçladıklarınız arasındaki uyumluluğa
sürekli dikkat etmeye vurgu yapıyor. Dolayısıyla yaptığınız şey ile
amaçladıklarınız arasında anlamlı bir ilişki oluşmuyorsa “fabrikayı yıkmayı
göze almak” ve yeni bir arayış için yola koyulmak gerekiyor. Sovyetlerin
alternatif bir sistem olarak yaşadığı son, bu süreçteki performansının ne
olduğunu gösteriyor. Stalin’in tavsiyelerine maruz kalan heyetin ve dolayısıyla
ülkemizin performansını da mevcut durumumuz üzerinden gözlemleyebiliyoruz.
Tam bu noktada
zorunlu eğitim dolayımında bazı hususlara değinmekte yarar görüyorum. Zorunlu
eğitimi mümkün kılan koşulları dört temel dinamikle ilişkilendirmek mümkün.
Bunlar kabaca siyaset, ekonomi, teknoloji ve bilimsel-felsefi anlayış olarak
tanımlanabilir. Zorunlu eğitim siyasal anlamda homojenliği, standardizasyonu
gözeten ve bunu bir toplumsal mühendislik ile gerçekleştirmeyi planlayan modern
devlet formu ile bağlantılıdır. İkincisi, zorunlu eğitim sanayiye dayalı bir
toplumsal yapının gereksinimlerine cevap verebilecek nitelikte ve üretkenlikte
işgücü ihtiyacının karşılanması ile ilintilidir. Üçüncüsü, zorunlu eğitim bu
arzu ve gereksinimlere cevap verebilecek seri basım teknikleri ve ulaşım,
iletişim ağıyla genişleme imkânı bulan bürokratik yapılanmayla ilişkilidir.
Dördüncüsü de zorunlu eğitim doğru bilgiye sahip olduğunu düşünen ve bunun
başkasına aynı şekilde aktarılması gerektiğine inanan düşünsel-felsefi
anlayışla, yani Aydınlanma’yla ve özellikle onun pozitivist kanadıyla
irtibatlıdır.
Çok önemli bir husus da mevcut zorunlu eğitim yapılanmasının basit bir bilgi aktarımı organizasyonu olmanın çok ötesinde, doğrudan doğruya bir hayat organizasyonunun parçası olarak karşımıza çıkıyor olmasıdır. Bu yüzden meseleyi sınıf ve sınıfta öğretilecek şeyin ne olacağı, nasıl olacağı şeklindeki teknik tartışmaya indirgeyen yaklaşım, alan kavrayışımıza ve alanın kendisine karartma uygulayan son derece sığ ve yanıltıcı bir bakış olarak değerlendirilmelidir. Zorunlu eğitim; toplumsal hayat tanzimi olarak vardır, önemi ve anlamı da buradan gelmektedir. Zorunlu eğitim, zannedilenin aksine aktarılması planlanan bilginin yıllara bölüştürülmesi üzerinden açığa çıkan matematiksel bir işleme dayanmaz. Zorunlu eğitim kısaca Türkiye’deki milyonlarca gencin zorunlu olarak kaldıkları evin dışında hayatla temas kurdukları en önemli ve en yaygın öteki alandır. Bu yüzden ısrarla zorunlu eğitim tartışması hayat tanziminin nasıl olduğuna kaydırılmadığında bir kandırmacadan öteye geçemez diyorum. Ülkemizde zorunlu olarak kalınan ev (birinci mekân) ve zorunlu olarak gidilen okul veya iş (ikinci mekân) dışında insanlar, kendilerini gerçekleştirdikleri, ilgi, istidat ve kabiliyetleri doğrultusunda yetkinleşecekleri mekânlardan (üçüncü mekân) yoksun oldukları için zorunlu eğitim tartışması bir noktadan sonra anlamını da yitirmektedir. Çünkü zorunlu eğitimin süresini kısaltmak hayat tanzimini yeniden yapmayı gerektirmektedir. Bunun için kent tasarımından iş hayatına uzanan geniş ölçekli bir planlamanın, sadece öğrencilere değil yetişkinlere de hitap eden canlı bir sivil yapılanmanın hayat bulması gerekmektedir. Okuldan alıp kontrolsüz şekilde sokağa bırakamayacağınıza göre öğrencilerin fiziksel, duygusal, sosyal, psikolojik ve bilişsel gereksinimlere cevap verebilen kültür, sanat, spor merkezlerinin mevcut ve hem fiziksel hem de ekonomik açıdan erişilebilir olması gerekli. Bunun yanı sıra nitelikli bir boş zaman kullanımına izin veren güvenli parkların, oyun alanlarının, sohbet, muhabbet ortamlarının olması lazım.
Zorunlu Eğitimi Nasıl Sorunsallaştırmak Gerekiyor?
Zorunlu eğitim özelinde “yaptığınız fabrikayı yıkmayı
göze almak” iddiası aynı zamanda kullandığımız araç ile gerçekleşmesini arzu
ettiğimiz amaçlarımız arasındaki ilişkiyi de makul bir sorgulamaya tabi tutmayı
gerektiriyor. Kullandığımız bu araç niçin amaçlarımızı geçekleştiremiyor?
Problem nedir? Zorunlu eğitim formunun kendisinde bir problem var mı? Süreyle
ile ilgili sıkıntı olduğuna hangi verilerle, hangi analizlerle karar verdik?
Zorunlu eğitimin süresi sekiz yıl iken bu yapı çok mu nitelikli haldeydi?
Zorunlu eğitim özelinde konuştuğumuz yapısal sorunlar acaba bu formu aşan
nitelikte olabilir mi? Amaçlarımız gerçekçi mi? Bu forma uygunlukları yerinde
mi? Bu araç ve amaçlar ile günümüz dünyasının gerçekliği arasında anlamlı bir
etkileşim var mı? Örneğin mevcut okul yapılanmamız ile yükseköğretim
planlamamız arasında rasyonel bir ilişkiden bahsedilebilir mi? Mevcut
ortaöğretim sistemimiz ile iş yaşamımız arasında bir bağlantı kurulabilir mi?
Hatta daha ileri giderek ülkemizde verilen eğitim ile ekonomik hayat arasında
makul bir geçişkenlikten bahsedilebilir mi? Evet, amaçlarımızın
gerçekleşmediğini gördüğünüzde “yaptığınız fabrikayı yıkmayı göze almak” çok
makul bir seçenek gibi görünüyor olabilir. Ancak Stalin’in ifadelerine yansıyan
bu uyarı, Sovyetlerin tarihinde de gördüğümüz üzere temel meseleleri bütüncül
şekilde görmeyi engellemek için operasyonel bir bürokratik manevra olarak da
ileri sürülebilir veya bu şekilde işlev görebilir. Zorunlu eğitimi içinde
bulunduğu geniş bağlamla ele almadan, paradigmasına, politikasına, ruhuna,
yapısına, işleyişine vs. dokunmadan, araç-amaç uyumunun yerindeliğini gözden
geçirmeden süresi üzerinden meseleyi tartışmak zaten “fabrikayı yıkmayı göze
almak” olarak değerlendirilemez. Daha çok iflas eden bir yapıyı aynı mantık,
aynı tarz, aynı işleyişle yaşatmada ısrar etmek olarak değerlendirilebilir.
Bu bağlam içerisinde düşündüğümüzde Türkiye’de zorunlu eğitimi tartışmanın aşağı yukarı hangi zeminde olduğunda anlamlı ve gerçekçi olacağı açıktır. Aksi takdirde “zorunlu eğitimin süresi çok uzun veya çok kısa” gibi değerlendirmelerin kendi başlarına bir anlamı olamaz. Mesele sürenin ne olduğundan önce nasıl bir hayat içinde olduğumuz, bu hayatın dinamiklerinin ne olduğu ve zorunlu eğitimin burada nasıl yapılandırıldığıdır.