Advert
as

TARİKAT-CEMAAT TARTIŞMASI, EĞİTİM VE MÜESSES NİZAM

  • ABDULBAKİ DEĞER
  • 2024-01-03 15:26:10
  • 506 Görüntülenme
  • Meclisteki bütçe görüşmeleri esnasında Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin MEB’in cemaat ve tarikatlarla protokol yaptığı eleştirilerine karşın, “Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2023 yılı itibariyle geçerli 2 bin 709 tane protokolü var. Bunların içerisinde, sizin ‘tarikat, cemaat’ dediğiniz, bizim ‘STK’ dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz. Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor. Onlardan siz bunun için rahatsızsınız.” demişti. Açıklamanın üzerinden hararetli bir kamusal tartışma yürüttük. Tartışmanın durulduğu şu eşikte bilvesile bazı hususlara değinmekte fayda var.

    Bakanın cevabı da bakana yönelik eleştiriler de etraflıca ele alınmayı hak ediyor. Zira yürütülen tartışma eğitim-öğretim faaliyetinin, bize söylendiği gibi pedagojik bir faaliyetten önce politik bir faaliyet olduğu gerçeğiyle karşı karşıya getiriyor. Zaten ülkemizde eğitim-öğretim görünümlü her hararetli tartışmanın ana kodlarına baktığımızda meselenin politik olduğu gerçeğini görüyoruz. Tevhid-i Tedrisat’tan 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’na, 4+4+4 sisteminden zorunlu din dersine kadar kritik kararların tümü temel sacayakların neler olduğunu gösteriyor. Zaten bu temel sacayakların aynı zamanda tartışmalı mevzular olarak öne çıkmasının anlamı da budur. Dolayısıyla eğitim-öğretim alanının politikleştiğini, politik olmaması veya bilimsel, pedagojik gerçeklere yaslanması gerektiğini söyleyenler de esas itibariyle politik pozisyonlarını gölgeleyen bir kabulle hareket ediyorlar. Bu tartışma çok temel bir tartışma olup eğitim-öğretim alanıyla da sınırlı değil. Nihayetinde hukuk için de benzer alanlar için de aynı tespiti yapmak mümkün. Hukuki düzenin varlığı ve meşruiyeti nasıl ki kendisini önceleyen bir politik kararın mevcudiyetine bağlıysa eğitim-öğretim alanı da varlığını mümkün kılan politik bir kararın, iradenin varlığına bağlı. Bu tespit çağrışımları itibariyle keyfiliğe, tahakküme alan açıyor şeklinde görülebilir ve bu açıdan da rahatsız edici algılanabilir. Ancak işin mahiyetinin teorik ve pratik açıdan böyle olduğu ortadadır. Nihayetinde böyle olması başlı başına olumlu veya olumsuz bir şeye göndermede bulunmaz. Sadece gerçekliğe ilişkin bir tespitte bulunuyoruz ve gerçekliğin bu şekildeki tespiti meseleyi organize etme ve işlevsel bir şekilde yürütme becerimize imkân sunması açısından önemlidir, anlamlıdır.

    Ancak hem yapılan tartışma hem de modernleşme hikâyemizin ve onun radikalleşmiş evresi olarak Cumhuriyet pratiği bu gerçekliği tarihsel bir zorunluluk, aklın ve mantığın bir gereği olarak sunma çabasında. Politik iradeyi ve kararı tartışma dışı kılarak alanla ilgili konuşmanın yürütülmesi isteniyor. Burada kamuoyunun dikkatlerini çekmesi gereken bir husus var. Bu hususla makul bir yüzleşme ve konuşma gerçekleşmeden Türkiye’yi aşiretler arası çatışma vaziyetinden çıkarmak mümkün olmayacaktır. Türkiye’nin resmi anlatısı ile sivil anlatısı arasındaki gerilim ve çekişme yaşanmaya devam edecek ve devlet tarihsel olarak geldiği gibi, maalesef, Mahçupyan’ın çok yerinde tespitiyle bir imtiyaz aracı olarak elden ele dolaşmaya daha doğrusu birilerinin cemaat ilişkisinde dayanıştıkları bir imtiyaz aracı olarak kalmaya devam edecektir. Eğitim faslında da diğer alanlarda da temel mesele devletin toplum ile kurduğu bu kurucu ilişkinin, bu başlangıç pozisyonunun niteliğinin değişip değişmeyeceği hususudur. Bunu görmezden gelerek, tartışma dışı kılarak yürüteceğimiz her tartışma atıl bir tartışma olacaktır. Veya verili gerçekliği muhafaza ederek sistem içindeki pozisyon değişimini hedefleyen her atılım rakiplerinin başına gelen şeyi deneyimlemeye talip olmak dolayısıyla yaşanmışlıktan ders çıkarmamak olacaktır. Bu açıdan mevcut düzeni sürdürmeye talip olmak hatta bunu örtük bir müfredatın temel taşıyıcısı olarak kullanmaya çalışmak çaresiz bir stratejiye razı gelmek, öncekilerin kaderine teslim olmak demektir.

    Michael Walzer “Kurtuluş Paradoksu: Seküler Devrimler ve Dini Karşıdevrimler” çalışmasında özellikle belirli bir modernleşme formunun neden bir devr-i daim döngüsü oluşturduğunu, yerleşik sistematiği, bu sistematiğin kodifikasyonunu değiştirmediğimizde geride bırakıldığını düşündüğümüz şeyin varlığımızın temel bir parçasına nasıl dönüştüğünü belirtirken bir yönüyle tartışmamızın kök sebeplerine ilişkin bir betimlemede bulunuyor.

    Bu yazının sınırların ötesinde müstakil çalışmalar gerektiren mevzunun en azından temel boyutlarının altını çizmiş olalım bu şekilde. Bütün bu derin ve geniş arka plan içerisine tartışmayı oturttuğumuzda Türkiye’de bir müesses nizam tartışması yapmaktan alıkonulduğumuz, uzaklaştırıldığımız gerçeği beliriyor yanıbaşımızda. Bu nizamın renginin, ideolojik-politik makyajının ne olması gerektiğine ilişkin kısır bir tartışmanın ve mücadelenin kıskacında savrularak, en yüksek mücadeleyi veriyorum inancı oluşturularak esaslı meselelerimizden koparılıyoruz. Sistemin dönüşümü devasa bir beka söylencesinin altında buharlaştırılıyor. 19. yüzyılın köhnemiş bir yapısı olan modern zorunlu kitlesel eğitimin ontolojisini tartışmak gibi varoluşsal bir hamleden mahrum kaldığımız gibi yüzeysel-işlevsiz bir MEB pratiği üzerinden eğitim-öğretim tartışması yürütüyoruz yanılsamasında kendimizi kaybediyoruz. Kemalistlerin en etkin olduğu dönemde Kemalizm itibarsızlaşıyor, muhafazakârların iktidar döneminde insanların dinle-diyanetle bağları çözülüyor. Kendi varlıklarını devlet destekli mekanizmalar üzerinden güçlendirme arayışları arzu edileni karşılıksız bırakıyor. Yeni komplikasyonlarla sorunları iyice kronikleştiriyor daha da kötüsü bizi anlamlı ve gerçek işimizle gerçekçi bir şekilde baş etmeden yoksun kılıyor.

    Zannettiğimizden çok derin imaları olan bir sorunla karşı karşıyayız. Tarikat-cemaat tartışması sadece bunları savunma veya gayrı meşru görme ile sınırlı bir tartışma değil. Yukarıda da değindiğim üzere Türkiye’nin resmi ve sivil kanonları arasındaki derin çatlağın büyüyerek aşılamaz bir kadere, bir tortuya dönüşmesi gerçeği ve bu gerçeğin ürettiği yapısal krizle karşı karşıyayız. Türkiye bu kriz üssünde anlamı bir tadilat gerçekleştirme arayışında ve vizyonunda bulunacak mı bulunmayacak mı? Türkiye kendisini bloke eden, anlamlı ve barışçıl bir bünyeden ve dolayısıyla gelecekten alıkoyan bu varoluş biçiminden çıkabilecek mi? Devleti, devletin niteliğini ve toplumla ilişkisini makul bir hüviyete taşıyabilecek mi? Devletin güçlü ve etkin olması ile toplumun varlığının meşruiyeti arasında doğrudan bir ilişki var mı? Devletin resmi anlatıyı belirlediği toplumun resmi anlatıya uygun şekilde Procrustes’in yatağına yatırılıp ameliyat edildiği veya bunun meşru görüldüğü bir gerçeklik sadece karşılıksız kalmaya mahkum değil aynı zaman hastalıklı ve hasta edicidir. Türkiye kendi eliyle kendi toplumunu kendisine mesafe alan, kendisinden uzak tutan bir ilişkiyi yürürlükte tutuyor. Bunun çözümü yaşamımızı organize eden politik kararın, istisnai olan kararın makuliyetinden geçiyor. Bu da temelde hak ve özgürlüklerle ilintilidir. Müzakereyle, katılımla, siyasetin derinliği ve genişliği ile bağlantılıdır.

    O halde tarikat-cemaat üzerinden tartıştığımız eğitim-öğretim tartışması ‘makbul vatandaş’ın kim olduğuyla ilgili bir iktidar kavgasının yansıması olarak önümüze geliyor. Devletimizin ‘makbul vatandaş’ları arasından birisinin hükümranlığında mı uzlaşacağız yoksa toplumun gerçekliğini şaibeli kılan anlayıştan, zihniyetten, yapıdan ve pratikten vaz mı geçeceğiz? Böyle olduğunda hem sağlıklı bir eğitim-öğretim tartışması yürütmek hem de toplumun aktif katılımının önündeki engelleri aşmak daha mümkün ve anlamlı hale gelecektir. Her şeyiyle devletin tekelinde olan bir alanda yukarıda da referansta bulunduğum şekilde imtiyaz ilişkisinin katkı ve katılımı belirlemesi ve mevcut enstrümanın devletin ideolojik aygıtı olarak görülmesi ve kullanılması kaçınılmazdır ve maalesef olan da budur. Dolayısıyla bütün bu tartışmanın bizden karar beklediği öncelikli husus şu: Bu yapıyı mı değiştireceğiz yoksa mevcut yapıda birbirini aratmayan kesimlerden birisine eklemlenip bildik klişeleri mi tekrar edeceğiz?