Ekonomik krizin tam da içinde olduğumuzdan durumumuza
dışarıdan bakma imkânından yoksunuz. Yakıcılığını yaşıyoruz, olumsuz etkilerini
hissediyoruz, şikâyetleri, eleştirileri dinliyoruz ancak krizi bütüncül
konuşmak, sebeplerini-sonuçlarını ele almak ve anlamlı bir çıkış yolu aramak
neredeyse imkânsız. İnsanın kendisine, hayatına dışardan bakması doğası gereği
zor, aşamayacağımız bir sınırlılığımız. İçinde bulunduğumuz ortamdan,
koşullardan soyutlanarak bu ortama, şartlara dışardan bakmaktan, yaşadığımız
hayatı kuşatıcı bir bakışla kavramaktan aciziz. Bu açıdan derinleşen krizin
bütüncül fotoğrafını çekmede yetersiz kalıyoruz. Diğer taraftan bu yapısal
engelin dışında bir de sorunu ele almamak, üstünü örtmek, belirtilerini
görmezden gelmek, çarpıtmak şeklinde manipülatif işler var. Bir diğer husus da
sorunu gören, ilgilenen ancak sorunu dar bir alanda sıkıştıran eksik, sakat bir
dil var. Bütün bu hususlar nihayetinde yerleşik sistematiğe halel getirmeyen,
onu dönüştürülmesi gereken bir odak olmaktan çıkaran bir durum oluşturuyor.
Bizi insani ve ahlaki standartları son derece problemli tahripkâr bir döngünün
cenderesinde kalmaya mahkûm ediyor.
Ekonomik kriz derinleşiyor, toplumsal maliyeti artıyor.
Eşitsizlik derinleşiyor, yapısallaşıyor. Yoksulluk sınıfsallaşıyor, kuşaklar
arası transfer edilen bir niteliğe bürünüyor. Çalışan kesimin kahir ekseriyeti
yoksulluk sınırının altında bir gelirle hayatını idame ettiriyor. Ülkemizdeki
çalışanların neredeyse yarısı için temel gelir olan asgari ücret açlık
sınırının altında. (Asgari ücret beşbin beş yüz lira, 2022 Eylül ayında açlık
sınırı yedibin üçyüz lira civarında.) Bu gerçekliğe ilişkin iki yaklaşımımız
olduğunu belirttim yukarıda. Birincisi gerçekliği başka türlü göstermeye
çalışan manipülatif yaklaşım. İktidar kanadı, TÜİK üzerinden gördüğümüz gib,i
gerçeği işleme tabi tutarak daha kabul edilebilir kıvamda sunuyor. Diğer taraftan
Cumhurbaşkanı başta olmak üzere yetkili isimler ya yaşadığımız gerçeği
fantastik bir dilde başkalaştırıyorlar veya bölgesel, küresel gelişmelerin
kombin edildiği bir gerekçeler almanağında doğallaştırıyorlar. Bu dilin ve
politikaların yüksek maliyet oluşturduğu ve güvensizlikle malûl olduğu zaten
derinleşen krizin varlığıyla sabit.
İkincisi ise yaşadığımız krizi, bu krizin ağırlığını, yüksek
maliyetini görmemizi engelleyen dille ilgili. Özellikle ekonomik alan dikkate
alındığında bu dilin küresel ölçekte egemen olduğu rahatlıkla söylenebilir.
İstatistikler, soğuk rakamlar, gelir-gider, üretim-tüketim vs. üzerinden
gizemlileştiren, yabancılaştıran teknik bir kullanılıyor. Bunun örneğin hayatın
diğer alanlarıyla bağlantısının nasıl olduğunu, bağlantısının olup olmadığını
konuşmuyoruz, tartışmıyoruz. Bu istatistiklerin, bu rakamların gündelik
hayatımızın işleyişinde neye karşılık geldiğini kestiremiyoruz. Bir ülkede
yaşayan insanların büyük çoğunluğunun yoksulluk sınırının, neredeyse yarısına
yakınının açlık sınırının altında yaşadığı, sınıflar arasındaki eşitsizliğin
derinleştiği ve gittikçe daha çok tahkim edildiği bir alanla eğitim, din,
gelecek, kültür, değer, aile, siyasal katılım, sivil toplumun işleyişi vs. gibi
diğer alanlar arasında etkileşim oluşturmayan bir dil egemen. Bir taraftan
yoksulluğu toplumsal, ahlaki, siyasi bir soruna Bauman’ın ifadesiyle cürüme
dönüştürüyor diğer taraftan bu durumun hangi ekonomi-politik uygulamadan
kaynaklanıp önümüzde biriktiğini görmezden geliyor
Çalışanların sistematik şekilde yoksullaştığı,
yoksullaştırıldığı bir süreçte bunun sadece insanların tüketim seçeneklerindeki
daralmayla sınırlı olduğunu düşünüyoruz. Oysa yoksulluk, yoksullaşma sadece
belirli bir düzeyin altında gelire sahip olmakla ilgili bir şey değil. Daha
doğrusu gelirdeki sınırlılık sadece gelir sınırlılığıyla kalan, onunla biten
bir şey değil. Tam da bu yüzden Amartya Sen yoksulluğu gelir üzerinden
tanımlamak yerine “yapabilme-kapasite yetersizliği” olarak tanımlıyor.
Yoksulluğu “kanaatkârlık, toplumsal yardımlaşma, dayanışma vs.” üzerinden
siyasal alanın yetki ve sorumluluk alanından çıkartan geleneksel okumamız
bununla yetinmiyor bir tür namuslu fakir-ahlaksız zengin karşıtlığıyla da
ayrıca onaylıyor, meşrulaştırıyor, tahkim ediyor. Şüphesiz bu yaklaşım
içerisinde kalındığında “gelir düşüklüğü” pekala katlanılabilir bir şey olarak
görülebilir. Ancak gelir düşüklüğünün “yapabilme-kapasite yetersizliği”,
“kaynakların yetersizliği” anlamına geldiği dikkate alındığında mevzunun nasıl
hayati bir boyut kazanacağı görülüyor.
Türkiye’de maalesef hayati meselelerin hayati meseleler
olarak ele alınmaması için adeta sistematik bir çaba sarf ediliyor.
Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde sorun olarak tespit edilen ve hâl yoluna
koyulması için çaba gösterileceği belirtilen üç temel meseleden birisi olan
ekonomi alanı (diğer ikisi Dinin ve Kürt’lerin sistemde nereye nasıl
yerleştirileceği meselesidir) bugün de temel bir mesele olma hüviyetini
korumaktadır. Diğer iki meselenin de temel meselelerimiz olarak kalmaya devam
etmeleri gibi. O halde mevcut krizin yani insanlarımızın önemli kesiminin
önemli ölçüde yoksullaşmasının onların “insan olma” niteliklerini,
kapasitelerini hedef alan, duygu-düşünce dünyalarını sakatlayan, ufuklarını
körelten, geleceklerini tüketen yüksek maliyetli bir etki oluşturduğunun altını
çizme zorunluluğu var. Birleşik kaplar yasasında olduğu gibi ekonomideki
yoksullaşma kaçınılmaz şekilde hayatın diğer alanlarını da aşağı çekiyor.
Türkiye’nin yarınlarına ilişkin dile gelen her iddia, her vaat bu öldürücü
alanın testinden, sınamasından geçmeden anlamlı, makul, makbul sayılamaz.
Siyasetin niteliği, katılım kanallarının ve denetime,
denetlenmeye açıklığı, sorunları çözme ve taşıma kapasitesi doğrudan birbiriyle
ilintili. Uygulanan ekonomi-politikle yoksullaşan, destek politikalarının
kapsayıcı olmayan nitelikleriyle bağımlılaşan bir toplumsal vasatta geleceğe
dönük yüksek vaatler arızalı bugünü görünmez kılma gerekçeleri olabilir ancak.
Tekrarlamakta yarar var. Ekonomideki kriz, büyüyen yoksullaşma insanlığımıza,
insan olma kapasitemize yönelik varoluşsal bir tehdit olarak görülmelidir.
Duygularımızı, düşüncelerimizi, anlama kapasitemizi etkiliyor. Bizi
kırılganlaştırıyor, öfkeli hale getiriyor, özsaygımızı zedeliyor. Bizi güçlü ve
bağımsız toplumsal, ahlaki ve siyasi özneler olmaktan çıkartıyor. Yapıyı,
sistemi, yerleşik ilişki ağını hedef alan bir okumadan uzaklaştırıyor
bulunduğumuz durumun sorumlularına, suçlularına dönüştürüyor. Beck’in
ifadesiyle sistemik, yapısal problemler karşısında biyografik çözümler
üretmemiz gerektiği belirtiliyor. Derinleşen eşitsizliğin bölüşüm
mekanizmalarının nasıl yapılandırıldığıyla, siyaset üzerinden yapılan ikincil
bölüşüm düzeneğinin nasıl çalıştığıyla bağlantılı olduğu fark edilmiyor, fark
edilemiyor.
Bu dil, bu ilişki sorunlarımızı görünmez kıldığı için, manipüle edip başka türlü gösterdiği için ne anlamlı bir tespitte bulunabiliyoruz dolayısıyla da ne de kalıcı bir çözüm üretebiliyoruz. Zizek piskanalitik tedavide obsesif nevrotiklerin aralıksız konuştuğundan, analisti ayrıntılara, rüyalara, içgörülere boğduğundan bahseder: “Aralıksız olarak sürdürdükleri bu eylem, eğer bir anlığına konuşmaya ara verirlerse analistin gerçekten de önemli olan soruyu soracağına yönelik altta yatan korkuları tarafından tetiklenir- diğer bir deyişler analisti hareketsiz bırakmak için konuşurlar.” Doğrusu bizde de gerçekle yüzleşmemizin önüne geçmeye yönelik bu tarz obsesif nevrotik bir dil egemen. Ancak bizim vakamızı daha ağır kılan husus şu ki bu dilin işlevsizliği ayan beyan ortaya çıktığında, bu dilin sesi kısıldığında bile bizi gerçekle temasa sokacak önemli, anlamlı soruyu soracak analistten, analistlerden de yoksun oluşumuz. Eskiden bu dil sessizleştirildiğinde çözümün kendiliğinden geleceği şeklinde naif bir beklenti içindeydik. Yaşayarak öğrendik ki hayat bu kadar basit işlemiyor ve siz şikayetçisi olduğunuz şeyleri yapmakta pekala daha mahir olabilirsiniz.