Okul kaldıramayacağı bir yükün altında can çekişmektedir.
Başarısızlık, şiddet, memnuniyetsizlik olarak kıyılarımızı vuran tüm sonuçlar
can çekişen bu yapının ürettiği sistemik sarsıntılardır. Kültür merkezi, spor
kompleksi, yeşil alan, beceri atölyeleri, kütüphaneler, sivil toplum
yapılarının etkinlikleri gibi yerlerin hem varlığı hem de erişebilirliği en
öncelikli gündem maddesi olmalı.
Yeni eğitim-öğretim yılımız başladı. Doğrusunu söylemek gerekirse yenisini eskisinden ayıran esaslı bir farklılığın olduğunu söylemek mümkün değil. Geçen yıllarda yaşanıp biten eğitim-öğretim sezonlarının bir benzeri ile karşı karşıyayız. Ne mantık değişti, ne kurgu değişti ne de işleyiş değişti. Durum böyle olunca daha önce yaşadığımız şeyin bir benzerini yaşayacağız. Sürdürdüğümüz düzenden ve sonuçlarından memnun isek zaten ortada problem yok ancak şikâyetçi isek önemli bir kritik yapmak durumundayız.
Bu kritiği de iki temel başlıkta yapmakta yarar var. Bunlardan birincisi, mevcut sistemi tarihsel-toplumsal gerçekliğin içine yerleştirerek değerlendirmek. Wright Mills’in “sosyolojik muhayyile” olarak tanımladığı şekilde mevzuyu ait olduğu bağlama yerleştirmek ve bağlantılı olduğu gerçeklikle birlikte ele almak. Türkiye’de eğitim sistemi bir tür kapalı devre olarak değerlendirildiği için iş, alan içinde yapılacak teknik, matematiksel bir işleme dönüşüyor. Eğitim adeta tüm sosyolojik gerçekliğini yitirerek bütün işlem basamakları hesaplanıp ölçülebilir bir pedagojik düzenlemeye dönüştürülüyor. Dolayısıyla pür sosyolojik, politik olan bir mevzu adeta operasyonel bir dokunuşla kimsenin itiraz edemeyeceği mekanik hale büründürülüyor.
Böyle bakıldığında eğitim sisteminin kaderini belirleyenin Türkiye’nin kendisi olduğu görülmüyor haliyle. Yani eğitim sistemimizin niteliği ancak içinde bulunduğu sosyal, siyasal, ekonomik vs. gerçekliğin vaziyeti kadar olabilir. Bu yüzden eğitim sistemlerinin zannedildiği gibi toplumsal gerçekliğin niteliğinin başka bir hale büründürüldüğü enstrüman olmaktan ziyade statükonun yansıdığı, meşrulaştırıldığı ve yeniden üretildiği bir alan olarak değerlendirilmesinin daha doğru olacağı vurgulanır. Eğitime ilişkin istatistikler de bu tespiti teyit ediyor. Eğitim sistemi çoğunlukla sosyoekonomik gerçekliğin yansıdığı bir alan olarak hayat buluyor. Bu yüzden eğitim sistemine ilişkin anlamlı bir konuşma aynı zamanda Türkiye’nin nasıl olacağı ile ilişkili bir konuşmadır. Türkiye’nin hak ve özgürlükler temelinde bir devlet-toplum ilişkisi, katılımcı ve müzakereye açık geniş bir kamusal alanı, paylaşım ve dağıtımın adilce yapıldığı rasyonel bir ekonomik gerçekliği, özgün, özerk, özgür sivil toplum yapıları, gelişmiş bir yaşam organizasyonu, adaleti önceleyen bir yargı düzeni, gerçeğin peşinde koşan medyası vs. söz konusuysa eğitim alanının bundan geri kalacağını düşünmek mümkün değildir. Ancak bunların tümü belirli sıkıntılarla malulse eğitim alanının kendi başına sıra dışı bir performans sergileyeceğini düşünmek en iyimser ifadeyle temelsiz bir hayal kurmaktır. Eğitim bahsinde esas belirleyici eğitim faaliyetini sürdüren okul Türkiye’nin kendisidir. Üstelik Türkiye Okulu, parçası olduğu dünyadan gelen pek çok etkinin de baskısı altında bulunuyor. Bu şartlar içerisinde eğitimi konuşmak, değerlendirmek, konumlandırmak olmazsa olmazdır.
Bu konumlandırma yapıldıktan sonra alanın kendi işleyişinin nasıl olacağı da şüphesiz çok önemlidir. Eğitim alanı bilindiği üzere pedagojik bir görünüm üzerinden meşrulaştırımı yapılsa da temel de politik bir alandır. Politik bir iradenin dışavurumudur, onun arzu ve beklentilerini taşımak üzere yapılandırılmıştır. Bu açıdan bakıldığında hele hele “Terörsüz Türkiye” gibi kronik sorun alanlarına yönelik adımların atıldığı bir süreçte önemli başlıklardan birisi de mevcut ideolojik-politik konumlanışın eğitim alanına yansımalarına ilişkin düzenlemeleri yeniden formüle etmeyi zorunlu kılıyor. Toplumun belirli kesimlerini dışlayarak oluşturulmuş bir resmi anlatının şekillendirdiği okul, sahip olduğu diploma tekeli nedeniyle katlanılsa da temel de bir kapatılma kurumu olarak işlev görmektedir. İçerisine alınan öğrencilerin müfredat, ilişki, tören-ritüeller, zaman ve mekân planlaması, kıyafet gibi hususlar üzerinden yeniden formatlandığı bir şekilde işlemektedir. Tekbiçimci, merkeziyetçi, otoriter, hiyerarşik nitelikleri tıpkı ideolojik-politik yoğunluğu gibi insandışılaştıran bir görünümdedir. Bunlar öğrencilerin başarı ve başarısızlığında temel sistemik unsurlar olarak ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Zaten dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi ülkemizde de mevcut eğitim sistemi siyasal olarak makbul vatandaşın ve ekonomik anlamda da üretken bireyin yetiştirilmesine odaklı olarak kendisini konumlandırmaktadır. Teorik konumlanışı böyle olmakla birlikte fiilen bunun rasyonel bir planlamaya oturtabildiğini belirtmek de mümkün değil. Fiili işleyiş bürokratik bir hantallığın cenderesinde ve on yıllardır tevarüs edegelen klişelerin kıskacında anlamsız bir döngü içerisinde kendini tekrar edip durmaktadır. Eğitime ilişkin tüm veriler bu döngünün teyidini önümüze getirmektedir.
Burada iki önemli hususa parmak basmakta yarar görüyorum. Birincisi, yukarıda da değindiğim üzere okulu yaşam organizasyonunun parçası olarak görmek ve gerçekten de insanlarımızı, gençlerimizi, çocuklarımızı merkeze alan bir bütüncül yaklaşımla yeni bir yaşam organizasyonuna girişmek zaruretidir. Mevcut sistemin sıkıntıları, sınırlılıkları bizatihi okul yapısından kaynaklanmaktadır. Yapıyı muhafaza edip sonuçlarının değişmesini beklemek gerçeklikten kaçmaktır. Belirli bir nüfusun ev dışındaki bütün yaşam döngüsünü bu nüfusun fiziksel, sosyal, duygusal, zihinsel gelişimine katkısı son derece düşük bir okul üzerinden kurmak toplumun yarınlarını kısır koşullara mahkûm etmek demektir. Nitekim Türkiye’nin fiilen yaptığı budur. Okul kaldıramayacağı bir yükün altında can çekişmektedir. Başarısızlık, şiddet, memnuniyetsizlik olarak kıyılarımızı vuran tüm sonuçlar can çekişen bu yapının ürettiği sistemik sarsıntılardır. Kültür merkezi, spor kompleksi, yeşil alan, beceri atölyeleri, kütüphaneler, sivil toplum yapılarının etkinlikleri gibi hayatı zenginleştirecek, gençlerin gelişimlerini destekleyecek yerlerin hem varlığı hem de erişebilirliği en önemli ve öncelikli gündem maddesi olarak alınmalıdır.
Bütün bunlardan sonra şu anki düzen içinde yapacaklarımızın en önceliklisi tıpkı ekonomik alanda olduğu gibi asgari bir rasyonalitenin temin edilmesidir. Sembolik ayartmalara kapılmadan, öğrencilerin gerçekliğini, gelişimini ve ihtiyaçlarını dikkate alarak anlamlı bir işleyiş tesis etmektir. Kırtasiyeciliğe boğmadan, eğitimin anlamına, ruhuna kastetmeden, insani ilişkiyi kaybetmeden yürütülecek bir faaliyet bizi bekliyor. Öğrencilerin dirençleri, başarısızlıkları çoğu zaman mantık sınırlarını zorlayan, insani tahammülü aşan sistemin insandışılığı oluyor. Mevcut tasarımda öğrencinin, öğretmenin, velinin kendisini değerli görmesi mümkün değil. Çünkü fiili işleyiş insanları ezen bir nitelikte. Zaten bir gündem maddesi olarak konuştuğumuz kıyafet, okul zili, vs. gibi hususlar manzaranın seviyesini ve alan kavrayışımızdaki teferruatların nasıl anlamsız bir önem kazandığını gösteriyor. Öğrencilerin ve ailelerinin yaşadığı derin sosyo-ekonomik kriz yapısal bir şiddet ve yönlendirme içeriyor. Öğretmenlerin neredeyse tümünün mali durumları yoksulluk sınırının altında, iş koşulları ile yerleşik ilişkideki konumları hırpalayıcıdır.
Üstelik meslek bir taraftan sınıfsal bir başkalaşım geçiriyor diğer taraftan da saygınlığı ölçü tanımaz şekilde aşınıyor. Okul da öğretmen de geldiğimiz noktada açık konuşmak gerekirse karikatürleşiyor. Çünkü okulun kurumsal yapısı ile hayatın ritmi arasında bir bağdan bahsetmenin imkânı yok. Hayat, bütün bileşenleriyle köklü bir başkalaşım geçirirken zorunlu kitlesel eğitim formu kaskatı yapısıyla hayatı şekillendirmeye çalışıyor. Hayatı inşa kudreti varoluş koşullarında bile problemli olan bu yapı maalesef bugün daha çok bünyesine aldıklarının dengesini bozmakla varlığını sürdürüyor. Zaten anlamlı bir eğitim muhasebesinde mutlaka yüzleşilmesi gereken başlıklardan birisini de bu çarpıcı gerçek oluşturuyor. Günümüz dünyası ölçü tanımaz bir değişimin içinde yol alırken bu değişimi taşımaya aday okul gibi kurumsal yapıların neredeyse tümü tarihsel bir fosile dönüşmüş durumda. Eğitimdeki krizimizin zannettiğimizden daha derin ve yapısal. Bu yeni yıl krize odaklanabildiğimiz bir yıl olur umarım.