Advert
as

TOPLUCA SÖZLEŞTİK: YOKSULLAŞTIRMAYA DEVAM!

  • ABDULBAKİ DEĞER
  • 2023-09-07 19:15:02
  • 260 Görüntülenme
  • Freud’un rüyaların sıradışı mantığını örneklendirmek için anlattığı hikâye hepimizin malumu: A. B.’den bir çaydanlık ödünç alır. Çaydanlığı geri getirdiğinde B. kendisine dava açar çünkü çaydanlığın ortasında kocaman bir delik vardır. A.’nın savunması şöyledir: “Birincisi B.’den hiçbir zaman çaydanlık ödünç almadım; ikincisi, çaydanlığı aldığımda zaten delikti; üçüncüsü çaydanlığı sapasağlam geri verdim.” 

    Freud, birbiriyle tutarsız argümanların bu şekilde sıralanmasını, inkâr edilmeye çalışılan şeyi tersinden doğruladığını belirtir. Bizde de bu tarz inkâr edilmek istenirken doğrulanan sayısız gerçek var. Freud’un paylaştığı gibi rüyalarda değil üstelik. Geçenlerde biten 7. Toplu Sözleşme süreci neredeyse bu tarzın müşahhas bir örneği olarak yaşandı. Yetkili Sendika büyük mücadele verdiğini, muazzam bir efor sarf ettiğini, büyük kazanımlar elde ettiğini belirtirken aynı zamanda “keşke ülkemizin ekonomisi daha iyi olsaydı, bu kadar kırılgan olmasaydı” açıklamalarını yapmakta. Hükümet cenahı zaten ayrı bir paralel evrende hayat sürmekte. Yeni ekonomi yönetimi rasyonelliğe dönmekten başka seçenek olmadığını belirterek adeta bir akıl tutulması yaşandığını itiraf ederken toplu sözleşme sürecini yöneten bakan ise sanki bunlar laf ola beri gele kabilinden sözler mahiyetindeymişçesine, sanki hükümetin sosyal-ekonomik politikalarında istikrarlı bir süreklilik yaşanmış gibi, sanki kamu çalışanları, emeklileri ve bunların da içinde olduğu gittikçe toplumun temel sınıfı haline gelen dar gelirliler istikrarlı bir iyileşme, refah yaşamış gibi “hükümetimiz daha önce olduğu gibi şimdi de kamu çalışanlarımızı enflasyona, hayat pahalılığına ezdirmeyecektir” açıklamasında bulunuyor. Tabi eğer bu ifadeler bir rüyada dile gelse, bir reality showda paylaşılsa, politik hicvin uzantısı olarak karşımıza gelse elbette makul bir tarafı var. Ancak ifadeleri dile getirenler ciddi olarak ifade ediyorlarsa üstelik milyonlarca insanı ilgilendiren kamu politikalarını bu ifadeler üzerinden belirliyorlarsa ya kendileri ciddiyetten uzaklar veya muhatap aldıkları insanları ciddiye almıyorlar demektir. Normal mantığın kuralları işliyorsa, birbirimizi bu mantık çerçevesinde değerlendirip denetleyeceksek, denetliyorsak o zaman hem kamu çalışanlarını sistematik şekilde yoksullaştırıp hem de enflasyona ezdirmediğimizi söylemek nasıl mümkün oluyor? Siyaset ve yalan arasındaki ilişkinin belirsizleştiği yerler oluyor şüphesiz. Ancak siyasetin, toplu sözleşme gibi sivil toplumun da dahil olduğu ilişkinin, hayati önem arz eden yeniden paylaşım sürecinin bu kadar çarpıtılması, manipüle edilmesi durumumuzun niteliği ve şüphesiz yarınlarımız için endişe vericidir ve en büyük beka tehdididir. 

    Geride bıraktığımız süreç hem taraflar hem tarafların ilişkisi ve hem de bu ilişkinin cereyan ettiği tarihsel-toplumsal bağlam açısından ciddiyetle ele alınmasında zaruret var. Tarafların kullandığı dil evlere şenlik zaten. Ortada esas itibariyle taraflar olduğunu gösteren bir durumdan bahsetmek de çok güç açıkçası. Teatral bir durumla karşı karşıyayız. Çalışanları temsilen masada bulunan sendika, oransal artış dışında pek çok kazanım(!) elde ettiğinin gururunu paylaşıyor. Sendikayı temsilen açıklama yapan başka bir yetkili ise, yukarıda da paylaştığım gibi, “keşke ekonomimiz bu kadar kırılgan olmasaydı” açıklamasıyla hükümetin uygun göreceği rakama rıza gösterme mecburiyetinde olduğumuzu ima ediyor. Sanki ekonomik paylaşım rasyonel bir işlemin mantıki sonucu olarak karşımızda duruyor. Sanki başka tür bir paylaşım mümkün değilmiş gibi konuşuyor. Eğer böyleyse şayet, eğer ücret artışları ima ettiğiniz gibiyse o zaman toplu sözleşmeye ne gerek var, Türkiye’de siyaset yapmaya ne gerek var? Bir teknokrat hükümet oluşturulur, teknik işlemleri yapar, herkese uygun düşen rakamı açıklayıp gereğini yapardı. Siyaseti, sivil toplumu, hayatı ciddiye almayan bu lakayt dil bırakın ötekini etkilemeyi kendi varlığının anlamsızlığını, gereksizliğini ifade ediyor, itiraf ediyor aynı zamanda ne tür büyük kazanımlar elde ettiklerini ifade etmekten de geri durmuyor. Diğer taraftan ekonomideki kırılganlığımızın sanki başımıza gelmesi mukadder bir doğa felaketi gibi sunulması, bu kırılganlığın müsebbipleri ve uygulanan ekonomi-politikle bir bağlantısı yokmuş gibi ele alınması ayrıca izaha muhtaç bir kafa karışıklığının dışa vurumu. Frud’un analizini gel de hatırlama. 

    Hükümet kanadınının evlere şenlik durumunu yeri geldikçe paylaşıyoruz. Detaylandırmak bile başlı başına Türkiye toplumunun seviye yitimi anlamına geliyor. Zira açıklamalar, yürütülen politikalar sadece politikaları yürütenlerin evlere eşknelik haline kanıt teşkil etmiyor aynı zamanda bu evlere şenlik hâlin hangi evde, hangi ortamda, hangi ilişki ağında, kimlerle beraber, kimlerin huzurunda gerçekleştiğini de gösteriyor. Dolayısıyla malesef hepimizi içeren genel manzarayı umumiye bütün halinde evlere şenlik bir görünüm arzediyor. 

    Ortada sıradışı bir durum yok. Toplu sözleşmenin ardından başımıza gelen şey hiç beklemediğimiz, hiç hak etmediğimiz bir şeydi diyebilir miyiz? Şüphesiz hayır. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Yeni biten 7. Toplu Sözleşmede ne yaşayacağımızı önceki 6 toplu sözleşmenin acı tecrübesiyle biliyorduk. Hem de nasıl maliyetli bir bilme! Öncekilerden ders alındığına ilişkin bir emare olmadığı gibi her defasında kamu çalışanları aleyhine işlem tesis eden toplu sözleşmeleri sanki bir kazanım elde edilmişçesine sunumu yapıldı. Bugün de yaratılan hava aynı. Yaşadıklarımızdan ders çıkarmakla, başımıza gelenle hesaplaşmakla aşabileceğimiz hususları erteleyerek, kendimizi, yaptıklarımızı, bulunduğumuz ilişki ağını değiştirmeden bir şeyin değişmeyeceği gerçeğini görmüyoruz, görmek istemiyoruz. 

    Türkiye’deki sendikal yapılanma ve anlayış hastalıklıdır, problemlidir. Tarihsel olarak da böyledir, bugünkü durum malesef eskiye rahmet okutacak düzeydedir. Yanaşıklık ilişkileri üzerinden seyreden bir sendikal mücadelenin ne kendisine ne temsil ettikleri kesimlere ne de gölgesine sığındığı iktidarlara bir hayrı olabilir. Gerçek ve sağlıklı bir gelişme ancak özgün, özerk yapıların varlığı ve bunların kendi iradelerine kıskançlıkla sahip çıkması, temsil ettikleri kesimlerin çıkarlarını diri bir mücadeleyle savunmalarıyla mümkündür. Yürürlükteki kandırmacaya eklemlenmeyle, temsil ettiklerini manipüle etmekle varılacak yer kokuşmadır, çürümedir. 

    Mevct sendikal yapılanmanın ve 4688 sayılı yasanın hâli ortadadır. Evrensel standartlarda olmayan hele hele olmazsa olmaz olan grev hakkından ayrıştırılmış bir sendika yasasıyla gideceğimiz yer ancak bu içler acısı teatral durum olabilir. Sendika aidatının devlete ödettirildiği yerde neyin sendikasından, kimin sendikasından, hangi samimi mücadeleden bahsedeceğiz? Hele hele iktidar ve yetkili sendika el ele vererek toplu sözleşme ikramiyesi, %2 barajı gibi “ben seni kollayayım sen beni kolla” yaklaşımıyla sabit gelirlileri üç kuruşa muhtaç ettikleri yoksullaştırma girdabından çıkış hayaldir. Yerleşik ilişkiyi, ilişkiyi yönlendiren, ana aksından kaydıran yasal mevzuatı behemehal yeniden değerlendirmek durumundayız. 

    Gelelim hükümetin, yetkili sendikanın ve nihayetinde hükümetin basit bir aparatı olmanın ötesinde anlamı olmayan Hakem Heyetinin Ağustos ayı boyunca kotardıkları teatral gösterinin sonucunda hükme bağlanan hususun ne olduğuna. Hazırlık süreci ve Ağustos ayındaki fiili işleyişiyle toplu sözleşme sürecinin kamu çalışanları ve emeklileri için nasıl da Freud’un rüya hikâyesinini çağrıştırdığını sözleşme sürecinin en temel boyutu olan maaş artışlarına ilişkin çarpıcı gerçeklikle yazıyı sonlandıralım. Son on yıldan fazla bir süredir Merkez Bankası bir kez olsun hedefini tutturamamış. Bu Merkez Bankamızın 2024 yılı için enflasyon beklentisi %33. Toplu sözleşmenin neticesinde 2024 yılı için resmileşen rakam 2024 yılı ilk 6 ay için % 15, ikinci 6 ay için %10. Yani yıllık % 20.75. Enflasyonun altında bir rakamı teklif etmek, bu rakamı uygun görmek için nasıl bir mantıkla, muhakemeyle iş gördüklerini merak etmiyor değil insan. Ancak keşke kamu çalışanlarının ve emeklilerinin kayıpları bu kadarla sınırlı olsa. Bir de malum işin TÜİK boyutu var. Hani “rasyonaliteye dönmekten başka seçeneğimiz yok” demişti ya göreve başlayan bakan. Zannetmeyin ki “rasyonelliğe dönmek” meselesi ekonomiyle sınırlı. 

    TÜİK’in Ağustos ayı verilerini de katarak açıkladığı yıllık rakam % 47,83 iken ENAG’ın aynı dönem için açıkladığı rakam %122, 88. Fıkrayı aratmıyor devlet. Alırken hesabı başka işletiyor, verirken başka işletiyor. Zenginler zengin ediliyor, orta sınıf ve dar gelirliler ise daha da yoksullaştırılıyor. Ancak resmi anlatı (yetkili sendika ve hükümet birlikte) Freud’un fıkrasını aratmıyor. İnkâr ederken itiraf ediyorlar: Çalışanlarımızı daha önce olduğu gibi şimdi de hayat pahalılığına ezdirmeyeceğiz (ezdirmeyeceğiz dediğiniz yerde zaten eziliyorlar ve hayat da itiraf ettiğiniz gibi pahalı), rasyonelliğe dönmekten başka seçenek yok (sanki bırakıp rasyonelliğe döneceğimiz yer irrasyonellik değilmiş, sanki failleri yokmuş gibi konuşulmaya devam ediliyor)!. Hakem Heyeti’nin açıkladığı rakam ortada ve yetkili sendika “pek çok çok kazanım elde ettik”, “keşke ekonomimiz bu kadar kırılgan olmasaydı” gibi açıklamalar yapmakta bir beis görmüyor. Neyi, nasıl yanlış yaptığınızın farkında olmadığınızda bundan sonraki toplu sözleşmelerinin de aynı akıbetle sonuçlanacağını elbette fark edemezsiniz. Türkiye’de gemi batıyor, göz göre göre batırılıyor ve topluca seyretmeye devam ediyoruz.