Batı,
insanlık için bir yüz karasıdır.
Batı,
vahşet, zulüm ve haksızlıkta hiç kimseye birinciliği vermeyen bir utançtır.
Sanayi,
bilim, edebiyat ve teknoloji gibi alanlarda ilerlemiş bir Batı birileri için
bir medeniyet ve kültür olsa da gerçek öyle değildir. Ortaçağdaki barbarlık,
yüzyıl savaşları, I. ve II. Dünya Savaşları, Japonya’ya atılan atom bombası,
Afganistan, Irak ve Suriye işgalleri, insanlığın kanseri olan siyonizme arka
çıkması ve daha nice dramlar, zulümler, işgaller Batı(k) ve Batı(ran) bir
tablonun şahitliğidir.
Demokrasi,
Kapitalizm, çağdaşlık ve teknoloji gibi birçok putu olan Batı, yıllarca kendini
‘insan hakları, özgürlük ve eşitlik’ gibi sihirli kelimelerle cazibe merkezi
yapabildi. Realite hiç öyle değildi. Batı’nın hak ve özgürlük diye yutturduğu
nefsi ve şehevi esaretten ötesi değildi. Hak, hukuk, mana ve inanç gibi
arayışlara hiçbir zaman tahammülü yoktu Batı’nın. İslam dünyasının özgürlük,
maddi imkân ve insan hakları arzusuyla Batı’ya kaçan, göçen ve giden insan
sermayesi istisnalar hariç Batı’dan toplumlarına şu zaaf, hastalık ve
iğrençlikleri taşıdılar:
Uyuşturucu,
haz ve hız tutkunluğu, şehvet esareti,
maddeyi mananın önüne geçirten ideolojiler ve ümmetin birliğine darbe
vuran ırkçılık.
Batı,
kendi evlatlarına karşı da samimi değildi. Batı 1960, 70 ve 80’li yıllarda
kendi ülkelerindeki Türkiyeli, Cezayirli, Mısırlı, Pakistanlı ve daha başka
Müslümanları kendisi için tehlike olarak görmüyordu. Çünkü bu Müslümanlar ya
çalışma, ya iltica ya da eğitim amaçlı orada bulunuyordu. Batı, kendi evlatları
Müslüman olunca gerçek yüzünü göstermekten çekinmedi. İngiliz, Alman, Çek,
Belçika asıllı Müslümanlar çoğalıp kendi insanlarına davetçi olarak gidince
Batı iki kartı sahaya sürdü:
Bir,
İslam’ı korkunç, vahşet ve tahammülsüzlük kaynağı olarak göstereceği
İslamofobi. Bunun altını doldurabilmek için de istihbarat örgütleri ve kukla
yapılar eliyle birçok kanlı eylem gerçekleştirdi. Böylece, Müslüman olmak
isteyenler, kendilerini nasıl korkunç(!) bir sonun bekleyeceğini görecekler ve
Müslüman olmaktan vazgeçeceklerdi.
İki,
Suriye’de cihad tezi. Bu tez, öyle işlendi ki Batı’da yakın zamanda İslami bir
dönüşüm ihtimali olan Batı’nın Müslüman evlatları, cihad arzusuyla Suriye’ye
aktılar. Batı, böylece bir taşla iki kuş vurdu. Bir, kanından olup
hazzedemediği Müslüman evlatlarını yeme vebalinden(!) kurtuldu. İki, savaş
tandırında öldürülen bu gençlerden kolaylıkla kurtuldu.
Batı,
gerçekten mabed düşkünü ise birçok yerde ‘diskotek, bar, pavyon veya alışveriş
merkezine çevrilen kiliselerine sahip çıksın! İspanya’da kiliseye çevrilen
Kurtuba Camisi’nin hesabını versin! İtalya ve Kanada üzerinden vereceğimiz
tablo meramımızı anlatmaktadır:
İtalya’da bine yakın tarihi kilise başka
amaçla kullanılıyor. San Donato’da 1500’lü yıllardan kalma bir kilise pizza
restoranı yapılmış. Milano’da bir kilise 2001’de disko-kulüp olmuştu. Genova’da
eski bir kilise binası halen banka olarak ve bazı kiliseler spor kulübü, kafe,
müze ve tiyatro olarak kullanılıyor ve bazıları da Müslümanlar tarafından
alınıp camiye çevriliyor. Kanada’da 2000’den bu yana Katolik kiliselerinin %
20’si kapanmış durumdadır.
Madde
çılgınlığı, fast food alışkanlığı, ateizm ve deizmin inançsızlığı içinde
tepinen Batı’nın kiliselere çok bir ilgisi yok! Kilise, artık Batı’nın elinde
İslam dünyasına karşı hasımlığın ve düşmanlığın sembolü olmaktan öte bir anlam
taşımıyor.
Gözlerinden
timsah gözyaşları, ellerinden mazlum kanları ve zihinlerinden fosseptik
fikirler akan Batı, Türkiye’yi mabed, ibadet ve inanç özgürlüğü üzerinden
hizaya çekmek istiyor ve Ayasofya üzerinden horozlanmaya çalışıyor.
Tek
kelimeyle ‘Hoşt!’ oradan!